Son güncelleme tarihi 29 Ağustos 2020
Overall
-
Kitaba Verdiğim Puan
User Review
( votes)Konusu
Stefan Zweig, okurlarının karşısına birbirinden sarsıcı beş öyküyle sevginin büyüklüğünü yeniden bizlere kanıtlıyor. (Ay Işığı Sokağı, Leropella, Nişan, Leman Gölü Kıyısında Olay, Avare.)
- Kitabın Günümüz Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Kitabın Yazarı: Stefan Zweig
Orijinal Adı: Die Mondscheingasse
Yayınlanma Tarihi: 1922
Sayfa Sayısı: 80
Tür: Dram
Stefan Zweig, ilk iki öyküsünde kalbimin bağlarını gevşetti, üçüncü öyküsünde kalbimi yerinden söktü.
Birbirinden sarıcı beş öykü…
Stefan Zweig, olaya başlamadan önce karakterlerini öyle derinden okurun ruhuna kazıyor ki, başlarına bir şey geldiğinde okurun sarsılması kaçınılmaz oluyor.
Nasıl anlatsam bilmiyorum. Yukarıda belirttiğim açıklama kitaplarını okuduğumda hissettiğimi net bir şekilde açıklıyor. Bana hissettirdikleri konusunda söyleyeceğim her şey yersiz kalır. Diğer kitaplarının aksine Ay Işığı Sokağı, 80 sayfaya sığdırılmış beş öyküden oluşuyor. Kitap genel olarak sevgi üzerine kurulu ve insanın kalbinde yatan derin sevgiler onların başına umulmadık olaylar açabiliyor.
Zweig’in iki kitabını (Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ve Olağanüstü Bir Gece) okudum, onlar tek bir öykü üzerinden ilerliyordu. Stefan Zweig’in kitaplarını her okuduğumda hem daha fazla okumak istiyorum hem de yarattığı etki yüzünden bir daha elime almak istemiyorum. Karakterlerinde işlediği kararsızlığı okura da yansıtıyor. Öyle garip ki…
Sırasıyla Ay Işığı Sokağı kitabında bulunan beş öykünün derinine girmeden konusundan bahsetmek istiyorum.
‘’Çünkü yaşamın zirvesi de dibi de aynı biçimdedir.’’
Ay Işığı Sokağı ismiyle başlayan ilk öykü, bir gezginin, Fransa’nın bir liman kentinin denizci mahallesinde, ansızın duyduğu bir ezgiyle ücra köşede bulunan bir bara girmesiyle başlıyor. Karakter, birinci tekil şahısla başına gelenleri anlatırken ilk başlarda biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Ne anlattığını pek kavrayamadım, ama birkaç sayfa sonra karakterin yanına gelen adamın anlattıklarıyla öykü bambaşka bir hale büründü. Birkaç sayfa önce yazılanlar, daha bir anlam kazandı. Adamın yaşadıkları ve yaşattıkları fazlasıyla üzücüydü. Anlattıklarında bazen adama, çoğunlukla da kadına hak verdim, ama okuyunca bu karar size kalıyor.
Bazen insanın sevgisini karşısındaki insana zamanında gösterememesi, geri dönülemez hatalara sebebiyet verebiliyor.
‘’Gelgelelim rastlantının matkap uçları elmastandır ve içinde bolca tehlikeli tuzak barındıran kader, hiç umulmadık bir yerden kendine kapı bulmayı bilir ve kaya gibi sert mizaçları bile temelinden sarsarak darmadağın eder.’’
Leporella, kitabın ikinci öyküsü. İtiraf etmem gerekirse karakterin dönüşüm öyküsü tıpkı kendisi gibi inanılmaz sarsıcıydı. Bir aşk, bu kadar öngörülemez olabilir.
Karakterin ismi Crescentia, patronu ona Crescenz diyor, sonrasında ismi bir süreliğine Leporella oluyor ve bu isim onu ve ruhunu kökten değiştiriyor. Otuz dokuz yıl önce, evlilik dışı dünyaya gelmiştir ve Baron isminde evli bir adamın hizmetçiliğini yapmaktadır. Görünüşte hiçbir albenisi olmayan Crescenz, zengin patronunun kendisine davranışları sonucunda ona karşı bir şeyler hissetmeye başlar ve bu davranışlar ruhunu tamamen değiştirecektir.
GÖZ ATIN: Masumiyet ve Gücün Birleşimi; Tepki | Kitap İncelemesi
Karaktere üzülmedim diyemeyeceğim, adamın kendisine hissettirdikleri doğrultusunda öyle şeyler yaptı ki okurken çok şaşırdım. Stefan Zweig’in neden tüm kitaplarındaki karakterler sevgiye bu kadar hayatlarından soyutlanacak kadar hastalıklı yaklaşıyorlar anlam veremediğim bir nokta da bu. Yine de okura hissettirdikleri üzerine kitaplarının güzelliği de buradan geliyor olabilir. Leporella, aşkın dönüştürücü gücünü gözler önüne seriyor.
‘’Üniformasını bir ceset gibi terk edilmiş görünce boğazında bir hıçkırık düğümlendi; tıpkı anneyle çocuk gibi onun varlığıyla bütünleşmiş olan bu üniformayı yirmi savaş boyunca taşımıştı. Gelgelelim çektiği açlık onu yola, karanlığa doğru itmişti.’’
Nişan, kitabın üçüncü öyküsü. Beni aşırı derece de etkileyen öyküsü. Gerek betimlemeleri, gerek anlatımı… Öykü, 1810 yılında, İspanya’daki savaşta yaralanan Fransız bir albayın hayatta kalma mücadelesini anlatıyor.
Ön görmesi zor değildi, ama hissettikleri son derece sarsıcıydı. Öyküyü okuduktan sonra bir süre kitabı bıraktım, diğer öyküye geçemedim. Bu satırları yazarken, hala Fransız albayın yaşadıkları gözümün önünden gitmiyor. Derinden etkiledi ve unutabileceğimi de sanmıyorum.
Açlığın ve savaşın insana her şeyi yaptırabileceğinin, her şeyi düşündürebileceğinin göstergesiydi bu öykü. Eğer önceden, bu öykünün sarsıcı olduğunu biri uyarsaydı okumakta tereddüt edebilirdim. Hatta okumazdım bile. Çünkü bu öyküden sonra diğer iki öyküye odaklanmam biraz zamanımı aldı. Stefan Zweig, ilk iki öyküsünde kalbimin bağlarını gevşetti, üçüncü öyküsünde kalbimi yerinden söktü.
‘’Adamın açıklamalarının bu noktada anlaşılması güçleşti, anlaşılan Baykal Gölü yakınlarında bir yerden gelmişti, karşı kıyıda akşam oynaşan siluetleri gördükçe oranın Rusya olduğunu düşünmüştü.’’
Leman Gölü Kıyısında Olay, kitabın dördüncü öyküsü. Öykü, ismi Boris olan, bir Rus savaş esirinin, 1918 yılında Leman gölünde bulunup kurtarılmasından sonra yaşadığı yurt özlemini anlatıyor. Sarsıntı içerisindeyken bir süre hiçbir şey anlayamıyor, ama nerede olduğunu ve kim olduğunu hatırladığında yaşadığı özlem tüm isteklerine yenik düşüyor ve yaşamak, Boris için son derece imkânsız hale geliyor.
‘’Kitabı tamamen mekanik hareketlerle açtı, sayfa sayısına bile aldırmadan bakışlarını harflere dikti, ta ki harfler titreşen siyah daireler çizerek önünde dans edene dek dalgın dalgın baktı. Odadaki bütün sözcükler ve sesler beyninde bulanıklaşıp, kulaklarında çirkin bir şekilde çınlayan anlamsız gürültülere dönüştü. Her şeye karşı duyduğu kayıtsızlık üzerine kurşun gibi çökmüştü.’’
Avare, kitabın son öyküsü. Öykü de, yirmi bir yaşına gelmiş, ama hala lise okuyan bir gencin öğretmeninin otoritesi sonucunda ödediği ağır bedeli okuyoruz. Bu sefer, diğer dört öykünün getirdiği sevgi açlığından çok, bir gencin bulunduğu konumdan hoşnut olmamasına şahit oluyoruz. Yaşadıkları insanı etkiliyor ve diğer karakterlerinde olduğu gibi, karakterlerinin derin duygularıyla empati kurmamızı sağlıyor. Ve her seferinde yenik düşüyorlar.
Neden bilmiyorum, ama bazen Stefan Zweig’in karakterlerinin fazla güçsüz olduğunu düşüyorum, ama bir yönden de fazla güçlü olduklarını düşünüyorum. Başta da söyledim ya, karakterlerin yaşadığı kararsızlık sonuna kadar biz okuyuculara yansıyor ve tek taraflı düşünmemizi engelliyor. Bu fazla yoğun ve iyi bir yazar olduğunun diğer bir kanıtı bence. Az kelimelerle harika duygular yaşatıyor insana.
İlk yorum yapan siz olun